5 Mart 2012 Pazartesi

Dostluk üzerine..

Ne zor şey birisine dost olabilmek, birisinin sizin dostunuz olması.
Bir süredir düşünüyorum, kime "dostum" denir diye..

Geçenlerde bir yerlerde insanların çoğunun 30 yaşından sonra yeni bir "dost" edinmediklerini; genellikle 15-25 yaş arasında bir şekilde hayatına giren kişilerle devamlı ve sağlıklı bir arkadaşlık ilişkisi kurabildiklerini okudum. Peki neden?

Sanırım birisini kendine yakın, çok yakın hissetmen için, onunla adını koyamadığın bir elektrik hissetmen gerekiyor aranda önce. Bunun herhangi bir formülü yok. O elektrik belki de aşık olduğun kişiye hissedeceğin ilk elektriğin kardeşi. En azından aynı yerden geldiklerini düşünüyorum. Ama ne oluyor da o insanla her şeyini paylaşıp ona güvenmeye başlıyorsun? Aradan uzun zaman mı geçmesi gerekli? Seni senden daha iyi tanıdığını mı düşünmelisin? Fakat insan bazen de hiç tanımadığı/yeni tanıştığı bir insanla, bir anda, kendisi de şaşırarak, henüz kendisine bile itiraf edemedeği bazı duygularını, çekincelerini paylaşmaz mı pat dye? Karşındakinin seni yargılamayacak oluşu sanırım buradaki kırılma noktası. Yoksa bilirsin ki o en yakın dostun seni senden de acımasız eleştirecektir, senin iyiliğin için.
Peki bir insanla aslında dost olmadığını, arkadaş bile zar zor olabildiğini nereden anlarsın? Bunu ben bilemiyorum. Yakın olduğum, bir şeyler paylaştığım, hayatımın belli dönemlerine yakından tanıklık etmiş insanlar --ki bunlar bir avuçtur-- benim için dost oluverirler.

Şunu atlamamak lazım; hepimiz benciliz. Her zaman benciliz. İnsan yaradılış ve beyninin çalışması itibariyle bencil. Bunu çok da güzel -kendinden bile- kamufle edecek akıl oyunlarına ve mantık yürütmeye sahip, tek farkımız bu. Sevdiğimiz insanı bizi mutlu ettiği için seviyoruz. Arkadaşlarımızı yanında mutlu/keyifli olduğumuz için seviyoruz. Çocuklarımızı bile sonuç itibariyle bizi mutlu ettiği, bize bir amaç sunabildiği ya da belki çok güzel bir şey başarmış olma hissini tattırdığı için seviyoruz. İnsanın her hareketi kendine dönük, kendi için. Başkasına yardım bile ettiğimizde yardım etme hissinin verdiği tatmin için bunu yapıyoruz. Fakat aksini düşünemiyorum, bu bence insanın varolma, yaşama içgüdüsüyle ortak. Nasıl anne karnından itibaren yaşam binlerce güçlüğe rağmen "var" oluyor, nasıl yaşama içgüdüsü herkesi ayakta tutan, sağlıklı tutan tek şey; bencillik ve kendine dönüklük de insanın aynı şekilde ruh halini stabil tutmaya yarayan, bunun sonucunda da yaşam güdüsünü destekleyen mekanizma.
Sonuç: Hepimiz yanlız doğar ve ölürüz. Sadece kendimiz için varız, sadece bir varolma içgüdüsüyüz.

1 Mart 2012 Perşembe

Jean Dujardin




Kendisini The Artist'te gördüm ben de, önceden tanımıyordum. Türkiye'de de yayınlanan "Bir kadın Bir erkek"in orjinal Fransız versiyonuyla ünlenmiş ülkesinde. Ayrıca stand up yapıyormuş uzun bir süredir. İzlenecek de iyi filmleri var gibi görünüyor, "Le bruit des glaçons" örneğin. Enteresan bir etkileyiciliği var; nitekim The Artist'i bu kadar sevdiren sadece ve sadece kendisidir kanımca. Sevimli tatlı çocuk hali, aynı zamanda inkar edilemez çekiciliği, aynı zamanda bu çekiciliğin ortasında yanlış bir yerlerde duruyor gibi görünen çarpık "köpek dişleri". Mükemmel değil ama en azından Fransız. Oscar töreninde de ödülünü aldıktan sonra ilk tepki olarak "I love your country" diyerek gülmesi birçokları tarafından aşırı antipatik algılanmış olabilir, ben öyle hissettim.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Midnight in Paris




Uzun zamandır vizyonda izleyip de en etkilendiğim film. Kesinlikle eğlenceli, Paris aşığı, romantik ve nostaljik..
Bana anlattığı ise geçtiğimiz aylarda kafa yorduğum nostalji kavramı.
Daha önce de yazdığım gibi "The term nostalgia describes a yearning for the past, often in idealized form".

Peki neden insan eskinin daha iyi, daha yaşanılabilir olduğunu düşünüyor? Yoksa tüm bir resmin günümüzden bakınca açık ve net görünmesi bize daha "güvenli" mi geliyor?
Sanırım bunun cevabı yine filmde.. Ukala Paul'un aynen dediği gibi: "Nostalgia is denial - denial of the painful present... the name for this denial is golden age thinking - the erroneous notion that a different time period is better than the one ones living in - its a flaw in the romantic imagination of those people who find it difficult to cope with the present."
Tüylerimi diken diken yapan bir tespit.

Peki nası ortaya çıkıyor? Neden bir anda içten ufak bir titremeyle geliveriyor ve tüm zihne hakim oluyor? Tam olarak hangi anlarda? Wikipedia'da yazıyor: "Sometimes it is brought on by a sudden image, or remembrance of something from one's childhood."

11 Ağustos 2011 Perşembe

Amy..



Amy de bizim kurbanlarımızdan sadece biri. Sanki blmiyorduk uyuşturucu kullandığını, içkiye olan düşkünlüğünü. Hepimiz çok iyi biliyorduk. Kullandık onu, saçlarını, dövmelerini, makyajını, sürekli olay çıkarmasını ya da çıkan olayların içinde oluşunu, kocasını, sevgililerini, tüm o halini seviyorduk.Ondan besleniyorduk zaten. O şarkılar, o ruh hali malesef o kadar kolay gelmiyor herkese. Bir süre sonra herkes müptelası olunca, biz daha çok isteyince yapacak birşey kalmamıştı ki. Daha çok kafayı bulmak, daha fazla istenmek, beğenilmek, dinlenilmek. Onun da tek istediği buydu bence, daha fazla dinlenilmek. Sanki bilmiyorduk sonunun buraya geleceğini. Hepimiz izledik, baktık, dinledik, sömürdük, daha fazla istedik. O da bize cevap vermeye çalıştı. Olmadı. Dayanamadı. Sonra da üzüldük. Ama yine de sevindik. Onu da "Hall of fame"e itinayla yerleştirdik. Hoşumuza gitti Jim, Jimmy, Janis ve Kurt'le aynı odada durması, ona da zaten bu yakışırdı.

1 Temmuz 2011 Cuma

Çocuk kitapları




Poyraz'ın kitaplara olan ilgisi geçen seneden başlayarak artınca ben de ona en doğru, en güzel, en tatlı, en yaratıcı ve etkileyici kitapları aramaya koyuldum. Tabii tüm bunlar bana göre. Tek tek tüm kitapları okuyup, resimlerine, konularına ve anlatım dillerine bakıp karar veriyorum. Bazıları -özellikle Türk yazarlar- oldukça enteresan. Mesela "Korkak Tavşan" diye bir kitapta anne çok yorgun olduğu için yatıyor, akşam yemeği sofrasını baba ve oğlu topluyor. Buraya kadar mesaj iyi. Ama sonra baba-oğul oturup televizyon izliyorlar ve sonra yatıyorlar..Bak! babayla oturup televizyon izleme diye bir aktivite mi var? Ne saçma! akşamları televizyon izleme aktivitesi milli bir davranış şekli olmuş hakikaten ki çocuklarımıza da bunu aşılamamız gerekiyor..Sonra da dışarıdan bir ses duyup oğlu babayı bahçeye çıkarıyor ama baba aynen şu şekilde söyleniyor " Ama evladım yaptığına bak bu saatte beni bahçeye çıkarıyorsun hem de pijamalarımla.." Baba değil yaşlı dede sanki! Ne alakası var?... Sonra da baykuş " ne oldu?" diye sorunca babası oğlu üzülmesin diye "hiiç, benim oğlanın bir arkadaşı duyduğu sesten korkmuş da ona bakalım dedik".. tamam yani çocuklarımıza "Korktuğunu sakın gösterme!", "Erkek adam korkmaz" onun yerine yalan söyle, alengirli bir hikaye uydur, asla direk duygularını ifade etme, hele korkmak, sakın! mı diyoruz? Tam türk işi..
Gerçekten çok enteresan hikayeler var bu kitaplarda, daha nelere denk geldim.. Bazıları da gerek öyküsü gerek çizimleri, renkleri o kadar tatlı ki, ben de Poyraz'a okumaya bayılıyorum. Bu arada çocuk kitapları yazmakla ilgili bir projem var. kafamda kısa ama tatlı ve eğlenceli/eğitici bir hikaye var, onun üzerinde çalışıyorum..kim bilir belki de iler de 2. bir J.K. Rowling oluveririm! Bööö sen önce şu bloğu doğru düzgün yaz da!